13 Ağustos 2013 Salı

Tavsiyelik Film: El Cuerpo - Ceset (2012)


Nırını nı nı nıııım...

Uzun bir aradan sonra böyle bir filmi yorumlayarak dönmek... Ah, ne büyük şeref ne büyük mutluluk...
İddia ediyorum, son yılların en sağlam senaryosu, en sağlam filmi budur arkadaş! (Gaza geldim evet.)

Ne yapsam ne etsem de şu boş zamanımı bir şeyle doldursam diye gezerken internette adına rastladım kendisinin. Daha önce adını hiç duymamama rağmen izleyenlerin neredeyse hepsinden iyi yorumlar alan bu filme bir şans vereyim istedim ki iyi de etmişim. Sizin de doldurulması gereken boş zamanınız varsa sizi şöyle konuya doğru alalım:

Filmimiz otopsi için adli tıp morgunda bekleyen bir cesedin ortadan kaybolması ile başlıyor. Kaybolan ceset ise öyle alelade bir ceset değil. Kendisi oldukça zengin bir kadına ait bir ceset ve ölüm nedeni de henüz belirlenmemiş. 3 yıl önce kaybettiği karısının yasını hala tutan dedektifimiz Jaime Pena bu görevi alır ancak aslında olaylar sandığından da karışıktır. Dedektif ortada olmayan bir cesedin, onun hırsızlarının ve cesedi kaybolan Mayka Villaverde'nin ölüm sebebinin peşine düşer.


Bir kere film sizi hiç sıkmıyor. Olay gelişsin, heyecan gelsin diye de beklemiyorsunuz, aksine kendinizi birden olayın içinde buluyorsunuz. Benim film esnasında "Bak ya, bu kesin şöyledir de şöyle olmuştur" tahminlerin en azından 10 dakika da bir değişti ve "Ya, sanki şöyle olmuş gibi ama olmamış da olabilir hani" gibi bir hal almaya başladı.

Filmin sonunda ise yüz ifadem şöyle idi: 0_0

Ben şu ana kadar bu filmin nasıl biteceğini tahmin edebilenin çıktığını sanmıyorum. Kendine güvenenler buyursunlar, yalnız edemezlerse de kendilerine kızmasınlar.

Adamlar yapmış sonuçta...

10/9 veriyor, hepinize izlemenizi tavsiye ediyorum.

11 Şubat 2013 Pazartesi

"Benim Hırçın Sevgilim" mi acabaa?

Başlamadan önce: Yazı film ile ilgili spoiler içerebilir. İzlememiş olanların bunu düşünerek devam etmesini öneririm.

Bunu yazdığım için çok mutsuzum ama ilk kez çok övülen bir Kore filmini izlediğim için pişmanım. Uzunca bir süredir aklımda olan (birkaç yıl diyelim) ama bir türlü oturup izleyemediğim Benim Hırçın Sevgilim filmini (orjinal adıyla Yeopgijeogin Geunyeo -bunu da kopyalamadım, kendi elcağızlarımla yazdım-) sonunda izledim. Çok sevdiğim Kore filmlerine yakışır bir şekilde yaptım hazırlığımı; patlattım mısırımı, taktım bilgisayarı televizyona, ne olur ne olmaz diye bir kutu mendilimi de hazır ettim. Korelilere güvenim yok çünkü, en eğlenceli işin altından bir dram çıkabiliyor. Neyse efendim, hazırlandım başladım izlemeye.



Part 1 de bahsedecek çok şey yok. Esas oğlanımız ile esas kızımız tanışıyorlar falan. Bu kısım biraz ağır ilerledi doğal olarak. Tabi böyle olması gerekiyor, tanıma, sevme, sevmeme durumları falan var. Var amaaa film başından beri beni içine çekemedi. Bir şeyler eksikti sanki. Ya da fazlaydı. Kızın aşırı tavırları, oğlanın şapşal halleri hikayenin inandırıcılığını bitirdi benim için. Kore sinemasında aşırı oyunculuk Allah'ın emri, onu geçtim ama birkaç gün önce Koreli yağız delikanlıların, geleneklere ve düzene karşı umursamaz hallerini falan izleyince esas oğlanımızın pasifliği gözüme çok battı. Kızımız da tam tersine tam bir delikanlı çıkınca bende kayış koptu tabi. Kızın sağa sola sataşması ve çevredekilerin tek kelime dememesi falan...

"Bu kız bunu burada yapsa ne dayak yer ha. Kız falan demez yapıştırırlar valla ağzına." gibi düşüncelerle savaştım film boyunca. Tabi bizim ülkemizle Kore'yi bir tutmak pek mantıklı değil ama dünyanın neresine olursa olsun, kız erkek demeden o hareketleri yapan birinin dayak yememesi biraz hayal sanki. Eh o kadar adamın içinde illa bir manyağa denk gelirsin bence.



Gelelim Part 2'ye. Burada ilişkinin -ki bana sorarsan ne ilişkisi, hangi ilişki?- gelişmesini izliyoruz. Bizimkiler artık sevgili mi, arkadaş mı, ne oluyorlarsa bu bölümde oluyor. Kızımızın saçma halleri iyice artıyor bu bölümde. Açıkçası bu kısım beni en çok rahatsız eden kısım oldu. Bir kadının erkek arkadaşına bu şekilde davranmasını ve bir erkeğin bunu kabul etmesini aklım almadı. Filmin geri kalanında kızı egoist bir manyak, erkeği ise gurursuz hödüğün teki olarak gördüm. Tabi böyle insanlar var mıdır? Vardır illaki. Ne yazık ki bu aşk benim özeneceğim ya da "Vay be ne aşktı" diyeceğim türde değildi. Doğal olarak ne aşklarından ne de ilişkilerinden pek etkilenmedim. "Etkilenmek zorunda mısın?" diye soranlar olabilir. Evet, zorundayım. Olmasam bu filmi izleyeceğime Facebook'u açıp orada sürüp giden saçma aşk hikayelerini saniye saniye takip edebilirim.

Neyse, Part 2 bitti. Geldik uzatmalara.

Gerçekten bölüm adına yakışır bir bölümdü. Esas oğlanımız hayatını değiştirmeye, bir düzene koymaya çalışır ve hala kızı düşünürken ben de afakanlar geçirdim. Neydi bu adamı böyle etkileyen? Kızın onu aşağılaması mı? Zorla her istediğini yaptırması mı? Aşırı tepkileri ve tavırları mı? Kyun-woo sen tam bir dangozsun!

Sonunda son bölüme geldik. Kızımız göründü. Birbirlerini bulmaya çalışmalar ama bulamamalar falan... Ben tam "Bu film böyle biterse gider senaristi vururum" gibi düşüncelerdeyken malum son geldi. İtiraf edeyim filmin sonu beni çok etkiledi. Hatta öyle bir etkiledi ki filmin geri kalanını bile gözümde silebilirdi. Ha sildi mi, hayır silemedi. Ama olsun, sonunda "İyi ki izlemişim" bile dedim. Eee, o uzun film listesinden bir isim daha silindi.

Hakkındaki yorumların gayet iyi olduğu bu filmi ben çok yerdim, farkındayım. İzninizle hemen 'Zevkler ve Renkler' kalkanının altına giriyorum. Bu filmde beni asıl rahatsız eden şey esas oğlan ve kızımızın ilişkilerinin bir inandırıcılığı olmamasıydı. Film bu ikisinin aşkını konu alınca da doğal olarak filmi sevemedim.

"Bunu arkadaşlarına tavsiye eder misin?" derseniz, hayır etmem. Yine de siz bana aldırmayın, izleyin ve karar verin. Bu film bu kadar övgüyü hak ediyor mu?

8 Ocak 2013 Salı

Animelerin Efsanesi; Death Note


Canınız mı sıkılıyor?

Yapacak bir şey bulamıyor musunuz?

İzlediğiniz diziler bitti ve boşluğa mı düştünüz?

O zaman sizi şöyle alalım efendim, çünkü tam size göre bir anime tavsiyem var.



Uzun zamandır animeleridir, mangalarıdır, dizileridir uzak doğulu insanların yaptıklarına karşı garip bir ilgim var. Mesela Kore sinemasını tek geçerim. Dizileri her ne kadar bana hitap etmese de iyi işler çıkarırlar. Ancak anime ve manga dendi mi Japon dostlarımın da üzerine tanımam.

Anime denildiğinde aklına çocuk çizgi filmi gelenleri hemen dışarı alalım ve size bana göre animelerin kralı olan “Death Note”ı anlatmaya başlayayım.

Klişe bir giriş yapıyorum izninizle:

Eğer akıl oyunlarını seviyorsanız Death Note tam size göre.

Konu azıcık fantastiğe kaysa da –ne azıcığı ya ölüm tanrısı falan var- sizi kendine bağlayabilecek bir anime kendisi. Animemiz öbür tarafta canı sıkılan bir Shinigami (ölüm tanrısı) olan Ryuk’un insan dünyasına attığı ölüm defterinin (Death Note) Light adlı bir lise öğrencisi tarafından bulunması ile başlıyor. Ölüm defteri dediğimiz defterin özelliği şu: deftere ismini yazdığınız kişi ölüyor. (Gerçi tek marifeti de bu değil ama şimdi spoiler olmasın söylediklerim.) Light ise bu defteri yeni bir dünya düzeni kurmak için kullanmaya karar veriyor: Yalnızca adaletin hüküm sürdüğü bir dünya…

Tabi ki Light’a “Gel canım, istediğin gibi oyna dünya düzeniyle” demiyorlar. İşte tam bu sırada karşımıza özel dedektif L çıkıyor. Onun işi sandığınızdan daha zor. Önce birden başlayan suçlu ölümlerinin nasıl olduğunu sonra da bunu kimin yaptığını bulması gerekiyor, ancak şahsına münhasır bir insan olan L bir “Sherlock Holmes” edasıyla tüm ipuçlarını bir araya getirip Light’a adım adım yaklaşıyor. Biz de bu noktadan sonra onların zeka oyunlarıyla birbirini alt etmeye çalışmasını izliyoruz.



Şimdi biliyorum aranızda “Çizgi film mi izlicez yeaa” diyenler hala var. İzle canım kardeşim. Dünya üzerinde böyle bir yapıt dururken önyargılarının kurbanı olma. Gözleriniz, zihniniz bayram etsin.

İzledikten sonra “Neden bu kadar geç kalmışım bunu izlemek için” diyenler kervanına katılacağınızı garanti ediyorum.

Death Note yani…