25 Ekim 2012 Perşembe

Yabancılar ile Sohbetler


İnsanlardan çok hoşlanan biri değilim.

İnsan ilişkilerini meşakkatli ve gereksiz bulurum. Arkadaş olarak kabul ettiğim insanlar sınırlı sayıda olmuştur her zaman. Yabancılardan ise tamamen uzak durma eğilimindeyim. Özellikle son zamanlarda duyduğum, okuduğum haberlerden sonra bu çekincem bir korku halini almaya başladı. Sokakta karşılaştığım tüm insanları potansiyel katil ya da sapık olarak görmeye bile başlamıştım bir zamanlar.


Birisiyle tam da böyle bir zamanda tanıştım. Yabancılara bakışımı değiştiren ‘yabancı’lardan biriyle… Kendisinin adını bilmiyorum hala. Sormadım. Tanışıklığımız bunu gerektirecek seviyeye de gelmedi zaten.

Her otobüste karşılaşabileceğiniz alelade bir insan gibi görünebilir gözünüze. Şöyle bir baktığınızda ortak noktanız olamayacağını düşünürsünüz. Nereden bilebilirsiniz ki yalnızca birkaç cümle ile hafızanıza kazınabileceğini.

Elindeki mizah dergisinde çok güldüğü bir karikatürü dürterek bana da göstermesiyle başladı kısa ilişkimiz. Tanımadığım birinin beni dürterek bir şey göstermesine alışık değilim. O anki şaşkınlığımla ne yaptığımı çok iyi hatırlamıyorum ama tepkim onu kendine getirmeye yetti. Yerinde doğrulup küçük bir gülümsemeyle özür diledi. Tam o dergisine ben kitabıma dönmüştüm ki dayanamayıp neden böyle davrandığını açıklamaya çalıştı bana.

“Güldüğüm şeyleri diğer insanlarla paylaşmadan duramıyorum, ne yapayım?”

Hem bana hitap tarzı yüzünden hem de kitabımı okumamı engellediği için sinir olmuştum ona. Yaşlarımız birbirine yakındı, tabi ki çok saygılı bir konuşma tarzı beklemiyordum ama tanımadığınız biriyle de arkadaşınız ile konuşur gibi konuşamazsınız. Söylediklerini dinlemekten çok bu konuyu aklımdan geçirirken birden durup “Sıkıldın mı yaa?” diye sorması ise bardağı taşıran son damla olmuştu.

“Farkındaysanız okumaya çalışıyorum!”

İnsanlara tahammülü olmayan, burnu havada biri olmadım hiçbir zaman. Çok cana yakın olmadığım doğrudur ama bu durum diğerlerini aşağılamama ya da azarlamama neden olmamıştı. Bu ani çıkışım kendimi bile şaşırtmıştı bu yüzden. Hiçbir şey söylemeden başını dergisine çevirdi ama bu sefer de benim içim içimi yemeye başladı. Sonunda dayanamadım;

“Biri bir şey yapmamı engellediğinde kendimi kaybediyorum sanırım.”

“Kötü bir huy sayılmaz.”


Tüm konuşmamız bundan ibaretti. Gülümseyerek başını tekrar dergisine çevirdi ve bir daha birbirimize bakmadık. Tüm yol boyunca bu kısa konuşmayı düşündüm. Aslında o kadar da kötü bir şey yapmamıştı. Hatası vardı belki ama sonuçta niyeti iyi değil miydi? Hiç tanımadığınız birine güldüğünüz şeyi göstermenin ne kötülüğü vardı ki? Ya da bunu neden yapardınız?


İkinci sohbetim ise yaklaşık bir hafta sonra bir hastanede gerçekleşti. Birden kısılan sesim yüzünden doktora gitmiştim. Sıramın gelmesini beklerken yanımda oturan yaşlı bir teyze ile göz göze gelip birbirimize gülümsememiz ile başladı sohbetimiz. Hani o konuşmak için yer arayan ve sonra susmak bilmeyen teyzeler vardır ya, hah işte tam onlardan biriydi kendisi.

Teyze önce yaşımı sormakla başladı işe. Sonra okulum, bölümüm, memleketim, babamın işi, evimizin yeri derken uzayıp gitti. Sonu gelmeyecekmiş gibi duran sorgulama faslının bitmesi için dua etmeye bile başlamıştım ki teyzenin biriktirdiği sorular tükeniverdi. Uzun bir sessizliğin ardında bu sefer teyzemiz kendi dertlerini anlatmaya başladı.

Uzun süre konuştuğunu hatırlıyorum ama nelerden bahsettiğini inanın bilmiyorum. Tek hatırladığım sırası gelmeden önce ettiği şu cümleler;

“Sen ona ömrünü verirsin, o sana birkaç saatini ayıramaz. Yine de keşke yapmasaydım diyemezsin ya...”

O cümleleri öyle bir ifadeyle söylemişti ki… Hiç tanımadığınız birine sarılmak istediniz mi hiç? İşte tam o an o hissi yaşadım ben. Yerinden zorlukla kalkarken yardım etmeyi, muayene odasına doğru ilerlerken kolundan tutmayı istedim, ama yapmadım. Tıpkı biri bir şey istediğinde başkalarının vereceğini, size gerek olmadığını düşünüp yerinizden kıpırdamadığınız zaman gibi… Gereksiz bir güvensizlik ya da kibir yüzünden öylece baktım arkasından. Keşke ben de ona sorular sorsaydım, dedim içimden. Öyle ruhsuzca soruları cevaplamak yerine karşılıklı sohbet etseydik keşke. Ne değişirdi? Benimle edeceği sohbet ne işine yarardı onun? Benim sohbetime muhtaç mıydı sanki? Belki de muhtaçtı. O yüzden konuşmak istemişti benimle.


Sonuncusu ile ise otobüs durağında karşılaştık. Bu sefer sohbeti başlatan –daha doğrusu başlatmaya çalışan- o değil bendim.  Henüz okula başlamamış gibi duran sevimli bir kız çocuğuydu. Annesiyle beraber otobüsü bekliyorlardı. Durağa geldiğimden beri gözüm üzerindeydi. Kız çocuklarına bayılan biri olarak gıpta ile izliyordum onu ve annesini. Sonunda kafasını kaldırıp bana baktığında eğilip adını sordum.

O küçücük çocuk bana öyle bir kendini beğenmişlikle baktı ki gözlerime inanamadım. Sonra cevap vermeden annesinin yanına gitti. Annesine beni gösterdiğini görebiliyordum. Annesinin bana suçluymuşum gibi bakıp kızını diğer tarafına geçirip sıkıca sarıldığını da. Elimde kitaplarım inanamayan gözlerle onlara bakakaldım. Dışarıdan ne kadar tehlikeli göründüğümü düşünmeye çalışıyordum. Ne yapmıştım ki? Ne onların bu kadar rahatsız olmasına neden olmuştu?

Sonra birden dank ediverdi kafama. Rahatsız olmaları için tehlikeli görünmeme gerek yoktu. Ben bir yabancıydım ve bu onlara yeterdi. Benim diğer insanlar hakkında düşündüğüm şeyleri onlar da benim için düşünüyordu. Otobüs gelene kadar onları izledim. Asık iki surat ve tahammülsüz bakışlar. Yanlarından geçen her insana her an kızıp bağıracakmış gibi bakıyorlardı. Ben de gerçekten böyle mi görünüyordum acaba?

Otobüste benimle bir şey paylaşmaya çalışan çocuğu azarlamıştım.

Hastanede benimle konuşmaya çalışan teyzeyi ise umursamamıştım.

Kesinlikle ben de onlar gibi görünüyordum.


Yabancı dediklerimiz bize ne kadar yabancı aslında?

O yabancılara ne kadar ihtiyacımız var bizim?


Size gördüğünüz her yabancı ile konuşmaya çalışın demeyeceğim. Aslında vermek istediğim bir mesaj falan da yok. Söylemek istediğim tek şey dışarıdakilerden aslında hiçbir farkımızın olmadığı. Görmediklerimizden, görmezden gediklerimizden, konuşmadıklarımızdan, aşağıladıklarımızdan, tepeden baktıklarımızdan farklı değiliz. Hepimiz yabancıyız birbirimize, evet, ama hepimizin de birbirine ihtiyacı var.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Bir Japon Manyaklığı Ürünü; Hanazakari no Kimitachi e


Eveeet efenim, yine bir Uzakdoğu dizisi ve yine ben…

Hazır diziyi bitirmişken, bölümler falan hafızamda taze iken yazayım istedim. Öncelikle daha önce hiç Japon dizisi izlememiş bünyelere bu diziyi kesinlikle önermediğimi söylemem lazım. Malum bu Japonların yaptıkları dünyanın geri kalanı için pek normal kabul edilemiyor. Kendilerini henüz ben de çözemedim ve ömrümün geri kalanında da çözebileceğimi düşünmüyorum. Dizileri de kendileri gibi garip bir kafanın ürünü olduğu için alışmak pek kolay olmuyor. Öncelikle birkaç dizi tecrübeniz olmalı. Zira yıllarca Japon dizileri izleyen biri olsanız bile akıl erdiremediğiniz şeylerle karşılaşıp “Bu ne lan?!” gibi bir tepki verebiliyorsunuz. Misal ben bu dizide bu tepkiyi oldukça fazla verdim, bu işe yabancı olanların halini düşünmek bile istemiyorum. Yine de kendisi beni oldukça eğlendirdi. Absürt Japon komedisine yakışır bir dizi olmuş.




Dizi bir mangadan uyarlanmış, 2007 yapımı ve 12 bölüm. Mangalar… Yani Japon çizgi romanları; sınırsız dizi ve anime kaynakları… Konu bir mangadan çıkınca işin ne kadar absürtleşeceğini inanın tahmin edemiyorsunuz. Animelerden fırlamış mimikler, garip ses efektleri ve manyak karakterler… Karşınızda Hanazakari no Kimitachi e.

Konu daha önce Uzakdoğu dizileri ile tanışmış olanlara biraz sıradan gelebilir. Şöyle ki; Mizuki adında bir kızımız var ve bu kızımız erkek kılığına girip bir erkek lisesine gidiyor. Erkek kılığına giren kız konusu ne kadar çok işlenmiş olsa da ben bu hanım kızımızın nedenini kabul edilebilir bulup bu diziye bir şans vermiştim. Kızımız kendisinin neden olduğu bir kaza sonucu uzun atlamayı bırakıp somurtkan birine dönen Sano’yu tekrar uzun atlamaya döndürmek amacı ile okula girer ve olaylar gelişir. İzninizle konuyu biraz daha açıp karakterlere göz atmak istiyorum.



Ashiya Mizuki
İşte ana karakterimiz Mizuki’miz. Allah aşkına biri bir açıklama yapsın şu hatun kişiyi şu haliyle kim erkeğe benzetiyor. Kendisi dizi boyunca sesini değiştirmeye bile gerek duymadan bir okul dolusu adamı kandırabiliyor. Bizde olsa 10 km öteden anlarlar kız olduğunu. Neyse, devam edelim.



Sano Izumi
Soğuk nevale, ördek dudaklı Sano’muz da bu. Anlayabileceğiniz gibi kendisini pek sevemedim ben. Oysaki Japon kızlarımız arasında çok popüler Sano Bey. Çok konuşmaz, eğlencelere katılmaz, herkesin konuşmalarını dinler ama cevap vermez… Of, bildiğiniz iç daraltıcı yakışıklı ve havalı lise öğrencisi işte. Anlamsız bir şekilde kendinden bir metre önde olan dudakları ile bana ne kadar itici gelse de bu da esas oğlanımız. Gerçi son bölümlere doğru bir içim ısınır gibi oldu ama yok, diğerlerinin yerini tutmaz gözümde.



Nakatsu Shuichi
İşte benim kalbimin birincisi, gönüllerin esas oğlanı bir başka ana karakterimiz, Nakatsu’muz. Açık ve net söyleyeyim hasta oldum kendisine bu dizide. O şeker yüz ifadeleri, o aptal hareketler bir insana bu kadar mı yakışır. Bir süre sonra zaten ‘Nakatsu çıksa da neşemizi bulsak’ modunda izlemeye başlıyorsunuz diziyi. Kendisinin bir anda durup el hareketleri ile olayları özetlemesi mi dersiniz, yaptığı acayip mimikleri mi dersiniz yoksa erkek sandığı Mizuki’ye karşı bir şeyler hissettiğini fark ettiğinde “Eşcinsel miyim, değil miyim?” diye kendi kendine girdiği bunalımlar mı dersiniz, dizide sizi çok güldürecek sahnelerde hep o var. Eğlenceli, pozitif insan Nakatsu… Adamların hası…

Şimdi tekrar konuya dönelim, biraz da okuldan bahsedelim. Okul öğrencilerini yakışıklılıklarına göre seçen saçma sapan bir okul. Evet, anca yakışıklı iseniz bu okulda eğitim görebiliyorsunuz. Okulda 3 tane yurt bulunuyor ve bu yurtlardaki insanlar ilgi alanlarına göre toplanmışlar. Yurtlar arasında sürekli bir yarışma hali var. Japonların bir türlü bitmeyen festivallerinde ya da öylesine bir yarışmada özel ödül konuluyor okul müdiresi tarafından ve bu 3 yurt kıran kırana bir yarış içine giriyorlar. Bu 3 yurdun da 3 ayrı başkanı var. Onlara da bir göz atalım.



Tennoji Megumi
Birinci yurdun başkanı, dövüşçü –aslında dayakçı daha uygun-, sert adam, uslanmaz aşık… Tennoji birinci yurtta toplanmış olan kendisi gibi dövüş sever ancak biraz gerzek öğrencilere sahip çıkmaktadır. Üstsüz dolaşıp kaslarını göstermeye ve yurttakilere sürekli antrenman yaptırıp onlara acı çektirmeye bayılır.



Nanba Minami
Dizinin adına yaraşır (Hanazakari no Kimitachi e = Yakışıklılar Cenneti) tek adam benim gözümde. Çapkın sözcüğünün vücut bulmuş hali. İkinci yurdun yani bizim ana karakterlerimizin de içinde olduğu yurdun başkanıdır. İkinci yurtta sportif öğrenciler yer alır. Nanba da onlara yol göstermeye çalışır ama kılavuzu karga olanın…



Himejima Masao
Nam-ı diğer Manyak Oscar. Evet, bu adam bildiğiniz manyak. Sanatla uğraşan, kendi gibi manyakların toplandığı üçüncü yurdun başkanıdır. Yarışlarda pek bir halt yapamadıkları için genellikle diğer dünya ile bağlantı kurup yardım almaya çalışır. Her seferinde de içine ruh girer bu adamın. Candırlar yine de, pelerinlerine kurban onların.

Genel olarak ana karakterler böyle. Sayılacak daha çok önemli karakterleri var tabi. Mesela 2. yurdun koşucusu, şirinlik muskası Sekime, insanların auralarını görebilen ve ruhlarla konuşan Kayashima, Nanba’ya aşık olan ve tüm kızları yanında uzaklaştırmayı görev edinen Nakao, hepsi birbirinden farklı oldukça fazla karakter içermekte dizi. Sanırım en güzel yanı da bu.

Nakao’yu okuduktan sonra hepiniz şöyle bir durdunuz değil mi? En önemli notu yazmayı unutmuşum, özür dilerim. Homofobiklerin kesinlikle ve kesinlikle uzak durması gereken bir dizi bu. Çünkü içinde sarhoş olunca kız erkek bakmadan herkesi öpen bir Sano, Mizuki’nin erkek olduğunu düşündüğü halde aşkına engel olamayan bir Nakatsu, yurt başkanına aşık bir Nakao, eşcinsel bir okul doktoru ve her fırsatta kız gibi giydirilen bir okul dolusu erkek var. Bildiğiniz kızlara yönelik yazılmış, Japon kızların Shounen-ai (erkekler arası aşk) fantezisine oynayan bir dizi Hanazakari no Kimitachi e.

Bu gibi şeyler beni etkilemez, ben uçuk komedileri severim diyorsanız da gayet severek izlenilecek bir dizi. Uzakdoğu severlere duyurulur.

4 Ekim 2012 Perşembe

Tektipleştirilme


Türkiye’de tek tipleştirilmek çocukluktan başlar.

Çocuk hafiften doğruyu yanlışı ayıracak yaşa geldi mi konuluverir kurallar önüne. Akıllı uslu olması tembihlenir çocuğa. Bu arada bizim akıllı uslu tanımımız da çocuğun çıtını çıkarmadan oturup kendi kendine oyun oynamasıdır. Arabasıyla oynarken biraz “vınn” diye sesini çıkardı mı kafası şişiverir annesinin, ama bu anne dizilerini yüksek sesle izlemekten asla rahatsız olmaz.

Eğer çocuk kızsa durum daha fenadır. Ülkede erkek çocuklarının yaramazlığına göz yumulur az da olsa. “Erkek çocuktur, yaramaz olur” denilir geçiştirilir. Kızlar için ise ‘hanım hanımcık’ diye bir sıfat yaratmıştır büyükleri. Sesi çıkmayan, ancak soru sorulursa konuşan nefes alan porselen bebeklere döndürürler kızımızı. Sonra “Ayy, ne hanım hanımcık kız” diye de överler. Kız dediğin öyle olmalıdır çünkü, sesi çıkmamalıdır diğerlerinin yanında. Biraz meraklı ya da baskın karakterli oldu mu da yerin dibine sokulur. “Pek fena pek, dil de pabuç kadar!”

Çocuk bir şeyleri merak edip sormayagörsün, ebeveynleri çocuklarının sorularını yanıtlamaktan yorulurlar hemen. Birinci görevleri olan doğruları öğretme görevinden kaytarırlar. Kısa, tatmin etmeyen cevaplar hatta bazen soruyu geçiştirecek yalanlar söylenir çocuğa ileride doğrusunu öğrenir denilerek.

Sonra ilkokula başlanır. Bir anda tüm çocuklara bilgi yüklemesi yapılmaya çalışılan bir yere düşüverir çocuk. Herkesin aynı şeyleri bilmesi gerektiğini düşünen sistem hepsine aynı bilgileri öğretmeye(!) çalışır. Eğer bilemezse sınavda düşük not verip cezalandırır öğrenciyi. Kimse neyi merak ettiğini sormaz çocuğa. Bütün bir öğrenim hayatı boyunca neyi bilmesi gerektiği başkalarınca kararlaştırılmış ve hazırlanmıştır. İlgi alanları varsa da o okul dışına atılır. Tüm okul hayatı böyle geçer.

Liseye geçilir ardından. İyi ya da kötü bir liseye yerleşilir. Yerleşilen lisenin puanı düşükse gerizekalı gözüyle bakılır çocuğa. Çünkü herkesin aynı seviyede matematik, fen veya Türkçe bilmesi gerekir. Bunlardan birine kafası basmıyorsa salaktır o insan gözlerinde. Lisede eğlencesine daha da düşkün olur çocuk. Bir hobi kazanmak belki bir müzik aleti çalmak ister. “Sen önce dersine çalış” denir hemen. Dans etmek zaman kaybıdır aileler için, dans kursları da para tuzağı. Müzikle uğraşmak isteyene “Çalgıcı mı olcan?” denir. Sporla uğraşana da karşı çıkılır. “Spora harcayacağı enerjiyi dersine harcasın” diye bir kılıf bulunur. Bizde kılıf çoktur ne de olsa.

Karşı cinse karşı bir şey hissetti mi vay haline, hemen karşı çıkılır ailelerce. Sevgili için her zaman çok erkendir. Lisede önce lisenin bitmesi beklenir, üniversitede ise okul bitip iş bulunduktan sonraya ertelenir. Erkeklere yine bir şekilde göz yumulur belki, ama kızlar katiyen sevgili bulmamalıdırlar. Kızını boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya değil mi? Sonra dışarıdaki tüm erkekler kızı kullanmaya çalışırlar. Yaşı da küçüktür daha, aşkı nereden bilecek? Karşı cinsten korkan kızlar yetiştirmeye çalışır aileler. Karşı cins bir kız için en tehlikeli şeydir çünkü.

Lise bir şekilde biter. Üniversite dönemi gelir şanslılar için. Tercihlere hemen karışıverir aileler. Eh, onlar dünyaya getirdi, baktı, büyüttü ya, çocuk onların istediği gibi yaşamalıdır hayatını. Onların istediği okullarda okumalı, onların istediği işlerde çalışmalıdırlar. Hepsi doktor, mühendis, avukat olmalıdır. “Şunun aldığı maaş çok iyiymiş” diyerek hazırlanır tercih listesi. Edebiyat, tarih, felsefe, fen bilimleri, güzel sanatlar? Onlar hobidir gözlerinde. İşini eline aldıktan sonra da okur onları. Önemli olan doktor olmaktır. Önemli olan “Oğlum/kızım doktor oldu” diyebilmektir.

Okul bitip de işe başlanınca evliliğe gelir sıra. Bu sefer aileler sıkıştırmaya başlar evlilik için. Eğitimi iyi olsun, kazançlı bir mesleği olsun, eli yüzü düzgün olsun istenir. Belki çocuğun mutluluğu içindir bu istekler ama bir kez olsun onun kararına bırakılmaz bu seçim. Eğitim seviyesi kendi çocuklarından düşükse karşı çıkılır. Geliri çok yüksek değilse karşı çıkılır. Evlendiklerinde uzağa gideceklerse karşı çıkılır. İkisinin de evlenmeye niyeti yoksa kana bulanır ortalık. Hele farklı dindense… Asıl kıyamet o zaman kopar. Bir ömrü beraber geçireceği insana sorulmaz hiç sen istiyor musun diye. Buldukları zaman bir kusurunu kestirip atarlar. Kendi çocukları mükemmeldir ne de olsa. Evlenildiğinde de bitmez karışma isteği ailelerde. Çocukları istedikleri yerlerde otursun, istedikleri zaman gelip gitsinler, istediklerinde çocuk yapsın isterler. Hatta çocuklarının çocuğuna koyacağı isme bile karışır bazıları.

Daha neler dayatılır bizlerin burnuna. Kadın evde oturup çocuk büyütmelidir mesela. Eve erkek bakar, hesabı erkek öder. Kadının cebinden para çıkarsa bu erkekliğe terstir. Erkekler dünyanın merkezinde gibi büyütülür Türkiye’de. Yine de karalarında özgür bırakılmazlar bir türlü. Kadınların büyütülme şekline ise hiç girmiyorum zira hepiniz az çok biliyorsunuz zaten.

Kendimiz bizzat mahvederiz kendi hayatlarımızı. Yetmezmiş gibi çocuklarımıza da yaparız aynı kötülüğü ama böyle görmüşüz. Yapılması gereken bu sanırız. Yapılması gerekenler, kurallar hiç bitmez ki…