18 Kasım 2012 Pazar

Sallayıp Tutturma ya da İnsan Okuma Sanatı


Eğer eğlencesine tarot kartı aldıysanız ve çevrenizdekiler de bunu öğrendiyse iki seçeneğiniz var demektir: Ya bu tarota bakacaksın ya bu diyardan gideceksin.

İnsanoğlunun bitmek bilmeyen geleceği öğrenme merakı falan diye başlamayacağım bu meseleye. Hepimiz fal neden bakılır biliyoruz sonuçta. Benim için ise fal konusu eğlenceden öteye geçmedi. Fala inanan arkadaşlar için önemli bir duyurum var şimdi; hepsi yalan. Düpedüz uydurma, pardon, insan okuma sanatıdır fal. Sizin “Ay, bir Naciye Abla var, nasıl biliyor her şeyi, inanamazsınız” diye reklamını yaptığınız Naciye Abla var ya, işte o iyi bir falcı değil. İyi bir analizci o. Böylelikle bir iki soru ve gözlemle derdin ne, isteğin ne, neden geldin fal baktırmaya gibi sorulara cevap bulup oradan yürüyor. Sonra siz de ballandıra ballandıra anlatıyorsunuz orada burada.



Tamam, itiraf edeyim, bu fal baktırma işine baya para yatırmışlığım vardır. Bunların hiçbirine inanarak gitmedim ama. Her falcıya gidişimde az çok neler söyleyeceğini biliyordum çünkü;

“Ay kızım, senin için kararmış. Sürekli düşünüyorsun, ama merak etme, ferahlıyorsun yakında. ”

“Aslında işiniz olurmuş ama bir türlü bir araya gelememişsiniz. Onun da gönlü var sende.”

“Geleceğin parlak. İyi bir evlilik yapıyorsun. İki çocuk görüyorum. Biri kız diğeri erkek.”

“Kocanın iyi bir işi olacak. Maddi yönden çok rahatsınız.”

Sürekli bir mükemmel gelecek, sürekli bir mutluluk hali… Gören de mutsuz olacak insanlar fal baktırmıyor sanır. Bunun nedeni ise şu sorunun cevabında:

Bir insan neden fal baktırır?

Tabi ki de içini rahatlatmak için. Falcılar neden hep “her şey çok güzel olacak” diye dolaşan, Pollyanna kılıklı teyzeler oluyor sizce? Fal baktırmaya gelen insanlara sürekli kötü şeyler söyleyen bir falcı tutunabilir mi bu piyasada sanıyorsunuz? Bir kere bu fal baktırmanın amacına aykırı bir durum. Fal baktırmak bir terapi yöntemidir. Gidersiniz, karşınızdaki, aslından hayattan bıkmış, mutsuz teyze size güzel şeyler söyler ve bir süre de olsa geleceğe umutla bakarsınız. Karşılıklı bir yarar söz konusudur yani. O parayı cebe indirir, siz geçici mutluluğun tadını çıkarırsınız.



Gelelim benim fal dünyasındaki durumuma…

Dediğim gibi, fal baktırmayı seviyorum. Bazen sırf karşımdaki ile dalga geçmek için fal baktırdığım da oluyor. Özellikle “Kahve + Fal 5 TL”ciler en sevdiklerim. Adam 5 liraya geleceği söylediğini iddia ediyor arkadaş, var mı ötesi. Gerçi 100 liraya bakan sanki çok güzel söylüyor da, neyse…

Bu eğlenceye “Ya neden hep ben fal baktırıyorum? Arada ben de baksam ya” diye düşünüp tarot kartı alarak bambaşka bir boyut kattım. Açık açık söyleyebilirim ki, fal bakmak fal baktırmaktan daha eğlenceli. Hele umutsuzca salladığınız bir şeyden sonra karşıdakinin kafa sallayarak “Ay, evet, vallahi bildin” demesi bir anda çok ünlü bir medyum havasına girmenizi sağlayabiliyor.

“Tabi bilicem kııız, ben bu işin ustasıyım, ustasııııı.”

Ancak bu fal bakma işi de bir yere kadar eğlendiriyor sizi. Önceleri fal ayağına karşınızdakinin hayatını öğrenmek eğlenceli gelse de bir süre sonra sıkılıyorsunuz. Fal bakıyormuşsun, diyene mırın kırın etmeye başlıyorsunuz. Tabi sizde de bendeki gibi komşularına “Bizim kız tarot bakıyor, her şeyi okuyor valla” diye ününüzü yayan bir anne varsa o mırın kırınlarınız da fayda etmiyor. Oturtuluyorsunuz bir grup kadının arasına ve başlıyor bitmek bilmeyen fal bakma faslı.

Şimdi gerçeği söylemek gerekirse iyi tuttururum. Yok, ben o analizcilerden değilim, bildiğiniz sallayıp tutturanlar grubunda yer alıyorum. Kartlarla beraber verilen, kartların anlamlarının yazdığı kitabı bir kez bile baştan sona okumamışımdır. Genelde resimler üzerinden ya da o an aklıma gelen bir şeyden yola çıkarak sallıyorum. Mesela bir kalbe saplanmış 3 kılıcın olduğu kart mı geldi, “Sen aşk konusunda çok çekmişsin.” Ya da yoksullara sadaka veren bir adamın resmi mi var, “Sen insanlara çok yardım etmişsin ama hiç karşılığını alamamışsın.” Neden? Çünkü hepimiz insanlara çok yardım edip karşılığını alamayanlarız. Kim bu karşılığını vermeyip gidenler? Bilmiyorum ama biz değiliz o kesin.

Baktığımız zaman hepimizin yaşamı aşağı yukarı aynı. Aramızda bir gün mafya ile çatışmaya girip ertesi gün uzaylılar tarafından kaçırılan var mı? 10 olay anlatsan 5’i tutar zaten. Tek yapmanız gereken göz ucuyla karşıdakinin tepkisini ölçüp yakaladığınız noktadan anlatmaya devam etmek. Sonra “Bu insanlar benim fal baktığımı nasıl öğrendi?” diye düşünür durursunuz. Biz Türk milleti bayılırız fala, falcıya… Adınız yayılıverir bir anda. Bir de bu eğlencenizi paraya çevirebilirseniz ohh, değmeyin keyfinize. Ben henüz onu beceremedim ama kötü geçen bir iş hayatı ihtimaline karşı bir altın bilezikmişçesine kenarda tutuyorum bu yeteneğimi.

Bence asla bitmeyecek iki meslek var zaten: Bir doktorluk bir de falcılık… Zaman kaybetmeden öğrenmek lazım.

Sonra "Kız dediydi" dersiniz.

25 Ekim 2012 Perşembe

Yabancılar ile Sohbetler


İnsanlardan çok hoşlanan biri değilim.

İnsan ilişkilerini meşakkatli ve gereksiz bulurum. Arkadaş olarak kabul ettiğim insanlar sınırlı sayıda olmuştur her zaman. Yabancılardan ise tamamen uzak durma eğilimindeyim. Özellikle son zamanlarda duyduğum, okuduğum haberlerden sonra bu çekincem bir korku halini almaya başladı. Sokakta karşılaştığım tüm insanları potansiyel katil ya da sapık olarak görmeye bile başlamıştım bir zamanlar.


Birisiyle tam da böyle bir zamanda tanıştım. Yabancılara bakışımı değiştiren ‘yabancı’lardan biriyle… Kendisinin adını bilmiyorum hala. Sormadım. Tanışıklığımız bunu gerektirecek seviyeye de gelmedi zaten.

Her otobüste karşılaşabileceğiniz alelade bir insan gibi görünebilir gözünüze. Şöyle bir baktığınızda ortak noktanız olamayacağını düşünürsünüz. Nereden bilebilirsiniz ki yalnızca birkaç cümle ile hafızanıza kazınabileceğini.

Elindeki mizah dergisinde çok güldüğü bir karikatürü dürterek bana da göstermesiyle başladı kısa ilişkimiz. Tanımadığım birinin beni dürterek bir şey göstermesine alışık değilim. O anki şaşkınlığımla ne yaptığımı çok iyi hatırlamıyorum ama tepkim onu kendine getirmeye yetti. Yerinde doğrulup küçük bir gülümsemeyle özür diledi. Tam o dergisine ben kitabıma dönmüştüm ki dayanamayıp neden böyle davrandığını açıklamaya çalıştı bana.

“Güldüğüm şeyleri diğer insanlarla paylaşmadan duramıyorum, ne yapayım?”

Hem bana hitap tarzı yüzünden hem de kitabımı okumamı engellediği için sinir olmuştum ona. Yaşlarımız birbirine yakındı, tabi ki çok saygılı bir konuşma tarzı beklemiyordum ama tanımadığınız biriyle de arkadaşınız ile konuşur gibi konuşamazsınız. Söylediklerini dinlemekten çok bu konuyu aklımdan geçirirken birden durup “Sıkıldın mı yaa?” diye sorması ise bardağı taşıran son damla olmuştu.

“Farkındaysanız okumaya çalışıyorum!”

İnsanlara tahammülü olmayan, burnu havada biri olmadım hiçbir zaman. Çok cana yakın olmadığım doğrudur ama bu durum diğerlerini aşağılamama ya da azarlamama neden olmamıştı. Bu ani çıkışım kendimi bile şaşırtmıştı bu yüzden. Hiçbir şey söylemeden başını dergisine çevirdi ama bu sefer de benim içim içimi yemeye başladı. Sonunda dayanamadım;

“Biri bir şey yapmamı engellediğinde kendimi kaybediyorum sanırım.”

“Kötü bir huy sayılmaz.”


Tüm konuşmamız bundan ibaretti. Gülümseyerek başını tekrar dergisine çevirdi ve bir daha birbirimize bakmadık. Tüm yol boyunca bu kısa konuşmayı düşündüm. Aslında o kadar da kötü bir şey yapmamıştı. Hatası vardı belki ama sonuçta niyeti iyi değil miydi? Hiç tanımadığınız birine güldüğünüz şeyi göstermenin ne kötülüğü vardı ki? Ya da bunu neden yapardınız?


İkinci sohbetim ise yaklaşık bir hafta sonra bir hastanede gerçekleşti. Birden kısılan sesim yüzünden doktora gitmiştim. Sıramın gelmesini beklerken yanımda oturan yaşlı bir teyze ile göz göze gelip birbirimize gülümsememiz ile başladı sohbetimiz. Hani o konuşmak için yer arayan ve sonra susmak bilmeyen teyzeler vardır ya, hah işte tam onlardan biriydi kendisi.

Teyze önce yaşımı sormakla başladı işe. Sonra okulum, bölümüm, memleketim, babamın işi, evimizin yeri derken uzayıp gitti. Sonu gelmeyecekmiş gibi duran sorgulama faslının bitmesi için dua etmeye bile başlamıştım ki teyzenin biriktirdiği sorular tükeniverdi. Uzun bir sessizliğin ardında bu sefer teyzemiz kendi dertlerini anlatmaya başladı.

Uzun süre konuştuğunu hatırlıyorum ama nelerden bahsettiğini inanın bilmiyorum. Tek hatırladığım sırası gelmeden önce ettiği şu cümleler;

“Sen ona ömrünü verirsin, o sana birkaç saatini ayıramaz. Yine de keşke yapmasaydım diyemezsin ya...”

O cümleleri öyle bir ifadeyle söylemişti ki… Hiç tanımadığınız birine sarılmak istediniz mi hiç? İşte tam o an o hissi yaşadım ben. Yerinden zorlukla kalkarken yardım etmeyi, muayene odasına doğru ilerlerken kolundan tutmayı istedim, ama yapmadım. Tıpkı biri bir şey istediğinde başkalarının vereceğini, size gerek olmadığını düşünüp yerinizden kıpırdamadığınız zaman gibi… Gereksiz bir güvensizlik ya da kibir yüzünden öylece baktım arkasından. Keşke ben de ona sorular sorsaydım, dedim içimden. Öyle ruhsuzca soruları cevaplamak yerine karşılıklı sohbet etseydik keşke. Ne değişirdi? Benimle edeceği sohbet ne işine yarardı onun? Benim sohbetime muhtaç mıydı sanki? Belki de muhtaçtı. O yüzden konuşmak istemişti benimle.


Sonuncusu ile ise otobüs durağında karşılaştık. Bu sefer sohbeti başlatan –daha doğrusu başlatmaya çalışan- o değil bendim.  Henüz okula başlamamış gibi duran sevimli bir kız çocuğuydu. Annesiyle beraber otobüsü bekliyorlardı. Durağa geldiğimden beri gözüm üzerindeydi. Kız çocuklarına bayılan biri olarak gıpta ile izliyordum onu ve annesini. Sonunda kafasını kaldırıp bana baktığında eğilip adını sordum.

O küçücük çocuk bana öyle bir kendini beğenmişlikle baktı ki gözlerime inanamadım. Sonra cevap vermeden annesinin yanına gitti. Annesine beni gösterdiğini görebiliyordum. Annesinin bana suçluymuşum gibi bakıp kızını diğer tarafına geçirip sıkıca sarıldığını da. Elimde kitaplarım inanamayan gözlerle onlara bakakaldım. Dışarıdan ne kadar tehlikeli göründüğümü düşünmeye çalışıyordum. Ne yapmıştım ki? Ne onların bu kadar rahatsız olmasına neden olmuştu?

Sonra birden dank ediverdi kafama. Rahatsız olmaları için tehlikeli görünmeme gerek yoktu. Ben bir yabancıydım ve bu onlara yeterdi. Benim diğer insanlar hakkında düşündüğüm şeyleri onlar da benim için düşünüyordu. Otobüs gelene kadar onları izledim. Asık iki surat ve tahammülsüz bakışlar. Yanlarından geçen her insana her an kızıp bağıracakmış gibi bakıyorlardı. Ben de gerçekten böyle mi görünüyordum acaba?

Otobüste benimle bir şey paylaşmaya çalışan çocuğu azarlamıştım.

Hastanede benimle konuşmaya çalışan teyzeyi ise umursamamıştım.

Kesinlikle ben de onlar gibi görünüyordum.


Yabancı dediklerimiz bize ne kadar yabancı aslında?

O yabancılara ne kadar ihtiyacımız var bizim?


Size gördüğünüz her yabancı ile konuşmaya çalışın demeyeceğim. Aslında vermek istediğim bir mesaj falan da yok. Söylemek istediğim tek şey dışarıdakilerden aslında hiçbir farkımızın olmadığı. Görmediklerimizden, görmezden gediklerimizden, konuşmadıklarımızdan, aşağıladıklarımızdan, tepeden baktıklarımızdan farklı değiliz. Hepimiz yabancıyız birbirimize, evet, ama hepimizin de birbirine ihtiyacı var.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Bir Japon Manyaklığı Ürünü; Hanazakari no Kimitachi e


Eveeet efenim, yine bir Uzakdoğu dizisi ve yine ben…

Hazır diziyi bitirmişken, bölümler falan hafızamda taze iken yazayım istedim. Öncelikle daha önce hiç Japon dizisi izlememiş bünyelere bu diziyi kesinlikle önermediğimi söylemem lazım. Malum bu Japonların yaptıkları dünyanın geri kalanı için pek normal kabul edilemiyor. Kendilerini henüz ben de çözemedim ve ömrümün geri kalanında da çözebileceğimi düşünmüyorum. Dizileri de kendileri gibi garip bir kafanın ürünü olduğu için alışmak pek kolay olmuyor. Öncelikle birkaç dizi tecrübeniz olmalı. Zira yıllarca Japon dizileri izleyen biri olsanız bile akıl erdiremediğiniz şeylerle karşılaşıp “Bu ne lan?!” gibi bir tepki verebiliyorsunuz. Misal ben bu dizide bu tepkiyi oldukça fazla verdim, bu işe yabancı olanların halini düşünmek bile istemiyorum. Yine de kendisi beni oldukça eğlendirdi. Absürt Japon komedisine yakışır bir dizi olmuş.




Dizi bir mangadan uyarlanmış, 2007 yapımı ve 12 bölüm. Mangalar… Yani Japon çizgi romanları; sınırsız dizi ve anime kaynakları… Konu bir mangadan çıkınca işin ne kadar absürtleşeceğini inanın tahmin edemiyorsunuz. Animelerden fırlamış mimikler, garip ses efektleri ve manyak karakterler… Karşınızda Hanazakari no Kimitachi e.

Konu daha önce Uzakdoğu dizileri ile tanışmış olanlara biraz sıradan gelebilir. Şöyle ki; Mizuki adında bir kızımız var ve bu kızımız erkek kılığına girip bir erkek lisesine gidiyor. Erkek kılığına giren kız konusu ne kadar çok işlenmiş olsa da ben bu hanım kızımızın nedenini kabul edilebilir bulup bu diziye bir şans vermiştim. Kızımız kendisinin neden olduğu bir kaza sonucu uzun atlamayı bırakıp somurtkan birine dönen Sano’yu tekrar uzun atlamaya döndürmek amacı ile okula girer ve olaylar gelişir. İzninizle konuyu biraz daha açıp karakterlere göz atmak istiyorum.



Ashiya Mizuki
İşte ana karakterimiz Mizuki’miz. Allah aşkına biri bir açıklama yapsın şu hatun kişiyi şu haliyle kim erkeğe benzetiyor. Kendisi dizi boyunca sesini değiştirmeye bile gerek duymadan bir okul dolusu adamı kandırabiliyor. Bizde olsa 10 km öteden anlarlar kız olduğunu. Neyse, devam edelim.



Sano Izumi
Soğuk nevale, ördek dudaklı Sano’muz da bu. Anlayabileceğiniz gibi kendisini pek sevemedim ben. Oysaki Japon kızlarımız arasında çok popüler Sano Bey. Çok konuşmaz, eğlencelere katılmaz, herkesin konuşmalarını dinler ama cevap vermez… Of, bildiğiniz iç daraltıcı yakışıklı ve havalı lise öğrencisi işte. Anlamsız bir şekilde kendinden bir metre önde olan dudakları ile bana ne kadar itici gelse de bu da esas oğlanımız. Gerçi son bölümlere doğru bir içim ısınır gibi oldu ama yok, diğerlerinin yerini tutmaz gözümde.



Nakatsu Shuichi
İşte benim kalbimin birincisi, gönüllerin esas oğlanı bir başka ana karakterimiz, Nakatsu’muz. Açık ve net söyleyeyim hasta oldum kendisine bu dizide. O şeker yüz ifadeleri, o aptal hareketler bir insana bu kadar mı yakışır. Bir süre sonra zaten ‘Nakatsu çıksa da neşemizi bulsak’ modunda izlemeye başlıyorsunuz diziyi. Kendisinin bir anda durup el hareketleri ile olayları özetlemesi mi dersiniz, yaptığı acayip mimikleri mi dersiniz yoksa erkek sandığı Mizuki’ye karşı bir şeyler hissettiğini fark ettiğinde “Eşcinsel miyim, değil miyim?” diye kendi kendine girdiği bunalımlar mı dersiniz, dizide sizi çok güldürecek sahnelerde hep o var. Eğlenceli, pozitif insan Nakatsu… Adamların hası…

Şimdi tekrar konuya dönelim, biraz da okuldan bahsedelim. Okul öğrencilerini yakışıklılıklarına göre seçen saçma sapan bir okul. Evet, anca yakışıklı iseniz bu okulda eğitim görebiliyorsunuz. Okulda 3 tane yurt bulunuyor ve bu yurtlardaki insanlar ilgi alanlarına göre toplanmışlar. Yurtlar arasında sürekli bir yarışma hali var. Japonların bir türlü bitmeyen festivallerinde ya da öylesine bir yarışmada özel ödül konuluyor okul müdiresi tarafından ve bu 3 yurt kıran kırana bir yarış içine giriyorlar. Bu 3 yurdun da 3 ayrı başkanı var. Onlara da bir göz atalım.



Tennoji Megumi
Birinci yurdun başkanı, dövüşçü –aslında dayakçı daha uygun-, sert adam, uslanmaz aşık… Tennoji birinci yurtta toplanmış olan kendisi gibi dövüş sever ancak biraz gerzek öğrencilere sahip çıkmaktadır. Üstsüz dolaşıp kaslarını göstermeye ve yurttakilere sürekli antrenman yaptırıp onlara acı çektirmeye bayılır.



Nanba Minami
Dizinin adına yaraşır (Hanazakari no Kimitachi e = Yakışıklılar Cenneti) tek adam benim gözümde. Çapkın sözcüğünün vücut bulmuş hali. İkinci yurdun yani bizim ana karakterlerimizin de içinde olduğu yurdun başkanıdır. İkinci yurtta sportif öğrenciler yer alır. Nanba da onlara yol göstermeye çalışır ama kılavuzu karga olanın…



Himejima Masao
Nam-ı diğer Manyak Oscar. Evet, bu adam bildiğiniz manyak. Sanatla uğraşan, kendi gibi manyakların toplandığı üçüncü yurdun başkanıdır. Yarışlarda pek bir halt yapamadıkları için genellikle diğer dünya ile bağlantı kurup yardım almaya çalışır. Her seferinde de içine ruh girer bu adamın. Candırlar yine de, pelerinlerine kurban onların.

Genel olarak ana karakterler böyle. Sayılacak daha çok önemli karakterleri var tabi. Mesela 2. yurdun koşucusu, şirinlik muskası Sekime, insanların auralarını görebilen ve ruhlarla konuşan Kayashima, Nanba’ya aşık olan ve tüm kızları yanında uzaklaştırmayı görev edinen Nakao, hepsi birbirinden farklı oldukça fazla karakter içermekte dizi. Sanırım en güzel yanı da bu.

Nakao’yu okuduktan sonra hepiniz şöyle bir durdunuz değil mi? En önemli notu yazmayı unutmuşum, özür dilerim. Homofobiklerin kesinlikle ve kesinlikle uzak durması gereken bir dizi bu. Çünkü içinde sarhoş olunca kız erkek bakmadan herkesi öpen bir Sano, Mizuki’nin erkek olduğunu düşündüğü halde aşkına engel olamayan bir Nakatsu, yurt başkanına aşık bir Nakao, eşcinsel bir okul doktoru ve her fırsatta kız gibi giydirilen bir okul dolusu erkek var. Bildiğiniz kızlara yönelik yazılmış, Japon kızların Shounen-ai (erkekler arası aşk) fantezisine oynayan bir dizi Hanazakari no Kimitachi e.

Bu gibi şeyler beni etkilemez, ben uçuk komedileri severim diyorsanız da gayet severek izlenilecek bir dizi. Uzakdoğu severlere duyurulur.

4 Ekim 2012 Perşembe

Tektipleştirilme


Türkiye’de tek tipleştirilmek çocukluktan başlar.

Çocuk hafiften doğruyu yanlışı ayıracak yaşa geldi mi konuluverir kurallar önüne. Akıllı uslu olması tembihlenir çocuğa. Bu arada bizim akıllı uslu tanımımız da çocuğun çıtını çıkarmadan oturup kendi kendine oyun oynamasıdır. Arabasıyla oynarken biraz “vınn” diye sesini çıkardı mı kafası şişiverir annesinin, ama bu anne dizilerini yüksek sesle izlemekten asla rahatsız olmaz.

Eğer çocuk kızsa durum daha fenadır. Ülkede erkek çocuklarının yaramazlığına göz yumulur az da olsa. “Erkek çocuktur, yaramaz olur” denilir geçiştirilir. Kızlar için ise ‘hanım hanımcık’ diye bir sıfat yaratmıştır büyükleri. Sesi çıkmayan, ancak soru sorulursa konuşan nefes alan porselen bebeklere döndürürler kızımızı. Sonra “Ayy, ne hanım hanımcık kız” diye de överler. Kız dediğin öyle olmalıdır çünkü, sesi çıkmamalıdır diğerlerinin yanında. Biraz meraklı ya da baskın karakterli oldu mu da yerin dibine sokulur. “Pek fena pek, dil de pabuç kadar!”

Çocuk bir şeyleri merak edip sormayagörsün, ebeveynleri çocuklarının sorularını yanıtlamaktan yorulurlar hemen. Birinci görevleri olan doğruları öğretme görevinden kaytarırlar. Kısa, tatmin etmeyen cevaplar hatta bazen soruyu geçiştirecek yalanlar söylenir çocuğa ileride doğrusunu öğrenir denilerek.

Sonra ilkokula başlanır. Bir anda tüm çocuklara bilgi yüklemesi yapılmaya çalışılan bir yere düşüverir çocuk. Herkesin aynı şeyleri bilmesi gerektiğini düşünen sistem hepsine aynı bilgileri öğretmeye(!) çalışır. Eğer bilemezse sınavda düşük not verip cezalandırır öğrenciyi. Kimse neyi merak ettiğini sormaz çocuğa. Bütün bir öğrenim hayatı boyunca neyi bilmesi gerektiği başkalarınca kararlaştırılmış ve hazırlanmıştır. İlgi alanları varsa da o okul dışına atılır. Tüm okul hayatı böyle geçer.

Liseye geçilir ardından. İyi ya da kötü bir liseye yerleşilir. Yerleşilen lisenin puanı düşükse gerizekalı gözüyle bakılır çocuğa. Çünkü herkesin aynı seviyede matematik, fen veya Türkçe bilmesi gerekir. Bunlardan birine kafası basmıyorsa salaktır o insan gözlerinde. Lisede eğlencesine daha da düşkün olur çocuk. Bir hobi kazanmak belki bir müzik aleti çalmak ister. “Sen önce dersine çalış” denir hemen. Dans etmek zaman kaybıdır aileler için, dans kursları da para tuzağı. Müzikle uğraşmak isteyene “Çalgıcı mı olcan?” denir. Sporla uğraşana da karşı çıkılır. “Spora harcayacağı enerjiyi dersine harcasın” diye bir kılıf bulunur. Bizde kılıf çoktur ne de olsa.

Karşı cinse karşı bir şey hissetti mi vay haline, hemen karşı çıkılır ailelerce. Sevgili için her zaman çok erkendir. Lisede önce lisenin bitmesi beklenir, üniversitede ise okul bitip iş bulunduktan sonraya ertelenir. Erkeklere yine bir şekilde göz yumulur belki, ama kızlar katiyen sevgili bulmamalıdırlar. Kızını boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya değil mi? Sonra dışarıdaki tüm erkekler kızı kullanmaya çalışırlar. Yaşı da küçüktür daha, aşkı nereden bilecek? Karşı cinsten korkan kızlar yetiştirmeye çalışır aileler. Karşı cins bir kız için en tehlikeli şeydir çünkü.

Lise bir şekilde biter. Üniversite dönemi gelir şanslılar için. Tercihlere hemen karışıverir aileler. Eh, onlar dünyaya getirdi, baktı, büyüttü ya, çocuk onların istediği gibi yaşamalıdır hayatını. Onların istediği okullarda okumalı, onların istediği işlerde çalışmalıdırlar. Hepsi doktor, mühendis, avukat olmalıdır. “Şunun aldığı maaş çok iyiymiş” diyerek hazırlanır tercih listesi. Edebiyat, tarih, felsefe, fen bilimleri, güzel sanatlar? Onlar hobidir gözlerinde. İşini eline aldıktan sonra da okur onları. Önemli olan doktor olmaktır. Önemli olan “Oğlum/kızım doktor oldu” diyebilmektir.

Okul bitip de işe başlanınca evliliğe gelir sıra. Bu sefer aileler sıkıştırmaya başlar evlilik için. Eğitimi iyi olsun, kazançlı bir mesleği olsun, eli yüzü düzgün olsun istenir. Belki çocuğun mutluluğu içindir bu istekler ama bir kez olsun onun kararına bırakılmaz bu seçim. Eğitim seviyesi kendi çocuklarından düşükse karşı çıkılır. Geliri çok yüksek değilse karşı çıkılır. Evlendiklerinde uzağa gideceklerse karşı çıkılır. İkisinin de evlenmeye niyeti yoksa kana bulanır ortalık. Hele farklı dindense… Asıl kıyamet o zaman kopar. Bir ömrü beraber geçireceği insana sorulmaz hiç sen istiyor musun diye. Buldukları zaman bir kusurunu kestirip atarlar. Kendi çocukları mükemmeldir ne de olsa. Evlenildiğinde de bitmez karışma isteği ailelerde. Çocukları istedikleri yerlerde otursun, istedikleri zaman gelip gitsinler, istediklerinde çocuk yapsın isterler. Hatta çocuklarının çocuğuna koyacağı isme bile karışır bazıları.

Daha neler dayatılır bizlerin burnuna. Kadın evde oturup çocuk büyütmelidir mesela. Eve erkek bakar, hesabı erkek öder. Kadının cebinden para çıkarsa bu erkekliğe terstir. Erkekler dünyanın merkezinde gibi büyütülür Türkiye’de. Yine de karalarında özgür bırakılmazlar bir türlü. Kadınların büyütülme şekline ise hiç girmiyorum zira hepiniz az çok biliyorsunuz zaten.

Kendimiz bizzat mahvederiz kendi hayatlarımızı. Yetmezmiş gibi çocuklarımıza da yaparız aynı kötülüğü ama böyle görmüşüz. Yapılması gereken bu sanırız. Yapılması gerekenler, kurallar hiç bitmez ki…

29 Eylül 2012 Cumartesi

Karşı Cinslerin Arkadaşlığı Sorunsalı


Tüm kadınların da kabul edeceği gibi kadınlar arasındaki ilişki oldukça zordur. Bunu kadınlara tek tek sorsanız bin bir türlü neden sayarlar. Kıskançlığından dedikoduculuğuna, kem gözlülüğüne hatta çirkinliğine varan nedenler sürerler ortaya. Tabi en yakın arkadaşının diğerlerinden farklı olduğunu ve ikisinin bu konuda aynı şekilde düşündüğünü de ekleyiverirler. Kadın cinsi hemcinsine sayıp sövmekte oldukça isteklidir. İşte kadınlar arası ilişkiyi zorlaştıran da bu aslında. Böyle durumlarda ise bizlerin bulduğu çözüm şudur;


“Ya, ben kızlarla anlaşamıyorum. Benim bütün arkadaşlarım erkek.”


Oysaki bunu söyleyen hanım kızımız karşı cinsle, ne kadar “Biz kardeş gibiyiz, tımam mııı?” dese de arkadaş olarak görülemeyeceklerini bilir. Toplumda hep bir önyargı vardır kadın-erkek arkadaşlığına karşı. Bu sadece bizim toplumumuza özgü de değil, birkaç yabancı siteye bakarsan orada da şuna benzer bir düşünce olduğunu göreceksin;


“Erkek kızın peşinde, kız da bunu biliyor ama arkadaşlığın arkasına sığınıyor.” Yani kısaca “Kız vermiyor.”


Yabancılar bu duruma ‘friendzone’ adını vermiş. Yani erkeğin hoşlandığı kız tarafından arkadaş olarak adlandırılıp aralarında başlayacak herhangi bir ilişkiye engel konulması anlamına geliyor. Bu durumun tam tersi de yaşanabiliyor ama genel bakış erkeklerin daha çok ‘friendzone’a düşmesi üzerine. Aslında pek de haksız sayılmazlar.


Şimdi dışarı çıksak, önümüze çıkan 50 kadına ve 50 adama, “Bir kadın ve bir erkek arkadaş kalabilir mi?” desek kadınların %98’i (küsurat güzel duruyor diye koydum ama ana fikri kadınların geneli), erkeklerin de %1’i (bunu da 0 olmasın diye böyle yaptım, şu hesaplamada bir yarım adama denk geliyor ama olsun) bu duruma olumlu cevap verir. Bu durumdan çıkartmamız gereken asıl kanı ise şudur;


Kadın erkek arkadaşlığına asıl engel olan şey erkeklerin kendisidir.


Peki neden? Şimdi, bir erkek olmadığım için buraya kesin yargılar yazamam ama gözlemlediğim kadarıyla cevaplayayım. Erkekler için birinci öncelik her ne kadar güzellik gibi görünse de değildir. Bir kadın ve bir erkek arkadaş olduklarında erkek için güzelliğin önemi birkaç basamak düşüyor. Erkek genellikle şöyle düşünüyor, “Bu kızla biz iyi anlaşıyoruz, bakarsan yüzüne bakılmayacak gibi de değil, zevklerimizi falan da uyuşuyor. Olur mu? Olur.” Ama hanım kızımız öyle mi? (Belirli bir kısmı genellememin dışında tutuyorum) Kızımız için yakışıklılık, zenginlik, karizma ya da artık o hangisine daha çok önem veriyorsa yerini kolay kolay diğer özelliklere bırakmıyor. O adamı kabul etmesi için ya bir şekilde sevmeye başlaması gerekiyor ya da son çare olarak beyefendiye evet diyor.


Hangisi doğrudur hangisi yanlıştır buna ben karar veremem. Zaten amacım böyle bir sonuca varmak da değil. Geleceğim nokta şurası, biz kadınlar bu gerçeğin farkındayız aslında. Sanıyor musunuz ki en yakın kız arkadaşınız geceleri onu düşündüğünüzü bilmiyor? Hadi canım oradan, sadece bilmezden geliyor. “Ben kızlarla anlaşamıyorum, o yüzden tüm arkadaşlarım erkektir.” Bu cümlenin nasıl bir özgüven ve haz verdiğini bilemezsiniz siz. İşte o hanım kızımız da bu cümleyi kurabilmek için bilmiyor gibi davranıyor. Sonuç ne oluyor peki? Sınırı aşmamak için direnen bir erkek ve ona sınırı aşacak cesareti vermemek için çabalayan kadın…


Şimdi bir düşünün bakalım. Evli kadınların erkek arkadaş sayıları neden hep sıfıra yakındır? Kıskanç koca? Zaman darlığı? Kopan bağlar? Cevap pekala birinci seçenek olabilir ancak genel neden kadının erkek arkadaşlara artık ihtiyacı kalmamasıdır. Evdeki kocaları onlara bu konuda yetiyor da artıyor çünkü. Erkekler de aynı durumda aslında, evlenince ortaya çıkan bir kadın arkadaş boşanma sebebidir. Bir erkekle bir kadının arkadaş hatta dost olabileceğini savunan kızlarımıza bir bakın, sevgililerinin yakın kız arkadaşları ile tanışıp arıza çıkarmayacak biri mi? Üzgünüm, öyle bir kadın yok şu dünya üzerinde. Çünkü aslında hepimiz biliyoruz böyle bir şeyin mümkün olmadığını. Doğal olarak da tepki gösteriyoruz bu durumlara. Nasıl bir arkadaşınız sürekli bir karşı cinsten bahsedip arkadaş olduklarını söylediğinde manidar bakışlarla süzüyorsunuz onu? Ya da imalı bir gülümseme yayılıyor yüzünüze? İnanmıyorsunuz çünkü bu arkadaşlığın gerçekliğine. İnanmamayı da sürdürün çünkü karşı cinsler arası arkadaşlıkların çok çok azı arkadaşlık olarak kalıyor.


Tecrübe ile de sabittir, bir erkekle bir kadının arkadaş olması daha doğrusu arkadaş kalması oldukça zor. Sonunun nasıl bittiği önemli değil ama o işte bir şekilde bir pürüz çıkar.


Ha, arkadaş kalabilenler yok mu? Var. Onlara büyük saygımız var. Karşısındakini cinsiyetinden tamamen arındırıp ona sadece insan gözüyle bakabilen öyle kolay bulunmuyor bu zamanda.


Son olarak ülkemiz gençlerinin hayatları boyunca en az bir kez söylediği şu sözü hatırlatmak isterim;


“Kanka ayağı göt ayağı.”


25 Eylül 2012 Salı

Yeşilçam'ın Varisi; Kore Dizileri


Uzak doğuya olan ilgim bundan yaklaşık olarak 6-7 sene önce bir anda ortaya çıkmış bir ilgidir. Şimdi tekrar düşündüm de gerçekten nasıl başladı bendeki uzak doğu sevdası anlamış değilim, ama şu an uzak doğu ülkeleri –özellikle Kore ve Japonya - ile ilgili oldukça geniş bir bilgi dağarcığına sahibim.

Yemekleri, insan ilişkileri, gelenekleri gibi birçok konuda yolum bir gün oralara düşerse beni idare edecek bu bilgilere nasıl ulaştım peki? Cevap oldukça basit; dizileri sayesinde. Her ne kadar diziler bir ülkeyi tanımak için yeterli olmasa da size çok şey öğretebiliyorlar. Kore dizilerinin öğrettiklerine geçmektense dikkatleri başka bir noktaya çekmek istiyorum. Kore dizileri ve Yeşilçam filmleri arasındaki benzerlik…







Benim için sıkıcı ya da eğlenceli, onlarca diziden sonra yadsınamayacak kadar açık bir gerçek haline geldi bu durum. Hatta bir ara “Acaba Koreliler eski Türk filmlerini izleyip o yolda ilerlemeye mi karar verdi?” diye bile düşündüm. Gerçekten size bunları düşündürecek benzerliklere sahipler. Sırayla incelememiz gerekirse;

     1.Zengin erkek- fakir kadın aşkı ya da tam tersi durumlar Koreli senaristlerin en sevdiği konulardandır. Malumunuz bizim dizi ve filmlerimizin de yarısından fazlasına konu olmuş bir durumdur zengin-fakir arasındaki aşk. Ve tabi ki bizdeki gibi abartılı bir şekilde işlenir bu konu.

Mesela zenginler mutsuzdur. Zengin aile çocukları ile ilgilenmez. Annenin hayatı alışveriş yapmak, arkadaşlarıyla toplanıp çay içmek, diğer zengin kadınları çekiştirmek ve yardım kuruluşları için kokteyller düzenlemekle, babanınki ise çalışmak, golf oynamak ve viski içmekle geçer. Çocuklar, sevimli ve ne yaparsanız yapın gıkını çıkarmayan bakıcılar tarafından büyütülür. Bu bakıcılar ömürlerini bu çocuklara adar ve asla evlenmezler. Anne ve babalarının göstermediği o sevgiyi de onlar gösterir. Bu şartlarda yetişen çocuğumuz ise insanları önemsemeyen, para harcayıp eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen ve mutsuz insanlara dönüşürler. Hayatta düşündükleri tek insan dadılarıdır. Yalnızca onların yanında kendileri gibi olurlar.

Fakirler ise inadına yaparmış gibi aşırı mutludurlar. Paraları yoktur ama kim takar? Anneleri mükemmel ve sadece çocuklarını düşünen kadınlardır. Babaları ise çocukları için gece gündüz çalışır ancak yeterli parayı kazanamazlar ve bu yükün altında ezilirler. Olsun, günün sonunda hepsi gülümseyerek birbirlerine sarılır ve zengin düşmanlarını çatlatırlar adeta.

Hikayenin devamında ise kız ve oğlan bir şekilde karşılaşır. Fakir olan burs alıp zengin olanın okuluna gider, bir trafik kazası ya da bir çarpışma sonucu fakir kızımız zengin oğlanın dikkatini çeker ancak o diğerinin farkında bile olmaz. Fakir kızlar ne kadar yakışıklı olursa olsun kesinlikle ilk karşılaşmada zenginlere karşı bir şey hissetmezler. Nedenini henüz ben de çözemedim, doğuştan gelen bir şey olsa gerek.

Tahmin edeceğiniz gibi oğlan ya da kız artık hangisi zengin tarafsa, fakir olanın kalbini kazanmaya çalışır ama bu o kadar da kolay değildir. Karşı tarafı kendine aşık etmek oldukça uzun ve meşakkatli bir iştir ve bu süre içerisinde zengin olan karakterimiz insan olmayı, mutlu olmayı ve ailenin anlamını öğrenecektir.
İzleyeceğiniz dizilerde %90 ihtimalle böyle bir hikaye ile karşılaşacaksınız, hazırlıklı olun.

      2.Kanser. Evet, Kore dizilerini izlerken orada yaşayanların yarısının kanser olduğunu düşünmüştüm ama daha sonraki araştırmalarımda böyle bir şey olmadığını öğrenip rahatladım. Bizim zamanında ‘ince hastalığa’ takılmamız gibi Koreliler de kansere takılmış durumdalar. Zengin-fakir aşkında tam ikisi de birbirine karşı bir şeyler hissetmeye başlamışken fakir olanın kanser olma ihtimali yaklaşık %50 falandır, bu konuda doktorlardan daha çok garanti verebilirim.

      3.Kaza sonucunda hafıza kaybetme. Bu o kadar sık kullanılan bir şey olmasa da birkaç kez karşılaşmışlığım var. Özellikle tam her şey düzeliyor dediğiniz zamanlarda güm bir araba kazası… hoop bir hafıza kaybı. Her zaman işe yarar. Biraz dram romantik komedilere bile can katar. Hafıza kaybı ise karşı taraf savaşmaktan yorulmuş bir şekilde ülkeyi terk ederken ya da kendini bir köprüden atmadan hemen önce bir şekilde düzeliverir. Sonunda hafıza kaybı olmasa da trafik kazası bol bol sokuşturulur dizilere. İşte bu da bizdeki kaza sonrası kör olma durumunun değişime uğramış halidir.

      4.Aşk üçgenleri… Bu konu hakkında bir şey söylemeye gönlüm el vermiyor aslında. Dünya genelindeki dizilerde eğer aşk varsa bir aşk üçgeni de kesinlikle vardır çünkü. Aynı erkeğe aşık iki yakın kız arkadaş ya da en yakın arkadaşına aşık olan ama söyleyemeyen bir adam/kadın bolca bulunur dizi alemlerinde. Bu aşk üçgenleri gerektiğinde komedi gerektiğinde dram gerektiğinde ise entrika için yeterli birer malzemedirler. Çeşitlilik ve duygu değişimi sağlarlar, iyidir.

     5. Bir kadının erkek kılığına girip ya para kazanmak ya da sevdiği adama yakın olabilmek için kimliğini saklaması. Bu durum genelde bir erkeğin kadın kılığına girmesi ile daha çok işlenir bizde ama hiç olmazsa erkeklere peruk, makyaj, süslü kıyafetler falan bir gerçekçilik katılıyor. Kore dizilerinde ise erkeğe benzemeniz oldukça kolay; saçınızı kısacık kestirin ve göğüslerinizi saklamanın bir yolunu bulun. Tebrikler, kimse bir kadın olduğunuzu anlamayacak. Bunun nedeni köse Koreli erkekler ya da erkeğe benzeyen Koreli kadınlar mı bilemiyorum ama cicili bicili kıyafetleri ve sevimli gülümsemeleri ile etrafta gezinen güzel Koreli kadınların makyajsız erkeğe benzedikleri fikrine de normal bakamıyorum.






          6. Zoraki evlilikler. Bir zamanlar halkımız tarafından da oldukça rağbet görmüş konudur zoraki evlilikler/birliktelikler. Evdeki Yabancı, Zoraki Koca, Aşk Oyunu zamanlarını unutmamışızdır hiçbirimiz. İşte bu dizi konseptinin aynısı Kore’de de oldukça meşhur. Dolandırılma, aile baskısı ya da çeşitli yanlış anlaşılmalar sonucu aynı evde yaşamaya başlayan çiftin yavaş gelişen aşk öyküsü. Romantizm üzerine bir tutam komedi… Ve 10 numara bir dizi daha. Milyon kez de yapılsa izleyecek romantik ruhlu kadınlar bulunur ne de olsa.

       İşte böyle sevgili okur… Buraya yazılacak daha çok benzerlik vardır elbette, ben en çok göze çarpanları aldım sadece. Dikkatlice incelendiğinde tüm dünya sinemasında böle benzerlikler bulabiliriz. Tesadüfler, yanlış anlaşılmalar, aile zoruyla ayrı düşmeler ve birçoğu. Bu benzerlikleri kaldırdığınızda ise ortada dizisini yapabileceğiniz bir konu da kalmıyor zaten. Sonuçta hepimiz her gün dünyayı kurtaran ya da kimliği belirsiz yaratıklarla savaşan insanlar değiliz. Hepimizin hikayesi bir yerde benzeşiyor ne de olsa.

       Son olarak sevgili okur, eğer “Ben klişeleri severim ama sakız gibi de uzamasın konu” diyorsan bir sezonu en fazla 25 bölüm olan Kore dizilerini öneririm. Bir de çekik gözlü, bebek yüzlü Koreli erkekleri ya da çıtı pıtı, süslü ve sevimli Koreli kadınları beğeniyorsanız… Tadından yenmez.

20 Eylül 2012 Perşembe

Tavsiyelik Dizi; Dating Rules From My Future Self



Elinizde geçmişteki kendiniz ile konuşma imkanınız olsaydı ona ne söylerdiniz?

İşte Dating Rules bu konuyu işleyen bir mini web dizisi. Mini çünkü ilk sezonu 9 bölüm ve her bölüm yaklaşık 7-8 dakika kadar sürmekte. Adının uzunluğuna bakıp korkmaya gerek yok yani.

Dizi, kısaca bir oyun şirketinde geliştirme uzmanı olan Lucy’nin hayatını anlatıyor diyebiliriz. Lucy dört yıllık ilişkinin sonunda bir evlenme teklifi almıştır ama bu evlilik konusunda endişeleri vardır. Bu sırada telefonuna isimsiz mesajlar gelmeye başlar. Onu bu evlilikten vazgeçirmeye çalışan ‘isimsiz’ onun 10 sene sonraki halinden başkası değildir.

Dizinin devamı ise tahmin edebileceğiniz gibi ayrılıklar ve yeni başlangıçlar üzerinden ilerliyor ancak o kadar şeker bir anlatıma sahip ki “Ben böyle olacağını biliyordum” bile diyemiyorsunuz. Zaten nasıl diyeceksiniz, dizi toplamda 70 küsur dakika falan sürüyor.

Dram dolu, konunun gereksiz uzatıldığı dizilerden, boş komedilerden sıkıldıysanız kesinlikle zevk alacağınız bir dizi Dating Rules. Film tadında, ilk sezonu bir günde kolayca bitirebilirsiniz. Bittiğinde yüzünüzde hafif bir gülümseme kalacağına eminim.

Tavsiyeliktir efendim, izleyiniz.

19 Eylül 2012 Çarşamba

İnsan İlişiklikleri


Başlığın saçmalığına bakarsan burada ciddi çıkarımlar yapmayacağımı anlayabilirsin. Aslında bu yazı yenilen büyük bir ‘kazığın’ ardından yazıldığı için öyle güzel düşünceler de içermeyecek.

Malum, konu insanlar olunca o işin içinde mutlaka bir bokluk çıkıyor.

Derinlemesine düşündüğünde arkadaşlık kavramının o kadar bağlayıcı ve önemli olmadığını anlayabilirsin. Arkadaşlığın gereksiz olduğunu savunmuyorum, savunduğum şey ‘arkadaş’ olarak adlandırdığımız bireylerin önemli olmadığı. Arkadaş kazanılması oldukça kolay bir şeydir çünkü. Tek gereken ortak birkaç zevki ve düşünceyi paylaşan iki insanın bir araya gelip bu özelliklerini fark etmeleridir.

Evet sevgili okur, sen de az çok anladın demek istediğimi. Arkadaş bir tür zaman geçirme seçeneğidir. Gülüp eğlenirsiniz, konuşur dertleşirsiniz. Dedikodu yaparsınız birlikte, sinemaya, alışverişe gidersiniz. Önemli meseleleri tartışırsınız. Birlikte zaman geçirirsiniz.

Ama hepsi de zaman geçirmeye değer çıkmaz.

Mesela kötü günlerinde yanında olurlar. Sen sanıyor musun ki seni sevdiğinden teselli etmeye geldi? Yok öyle bir dünya. İnsan karşısındakinin mutsuzluğundan mutlu olan bir canlı. O kıskançlık duygusu öyle keskin bir duygu ki insanlar çevrelerinde kötü duruma düşenlere sevinebiliyorlar. Bakarsan bunu yapmayanımız yok aslında. En iyi niyetlimiz bile sevmediği birinin mutsuz olmasına üzülmeyebiliyor. “Ben asla böyle yapmam” diyenler, üzgünüm, hiç inandırıcı değilsiniz.

Düşüncelerini sonuna kadar dinler ve düşüncelerine değer verirler. Aslında değer verir gibi yaparlar. Çünkü sen kesinlikle ağzından aleyhine kullanılacak bir şeyler kaçırırsın. Bazısı hemen diğerlerine yetiştirir söylediklerini, bazısı ise zamanı gelince kullanmak için bekler. Yani biri boşboğazdır diğeri sinsi. İkisi de birbirinden beterdir.

Yalan söylerler. “Çık, biraz dolaşalım” dersin, işi vardır. İki gün sonra o gün başkalarıyla buluştuğunu öğrenirsin. Bir şeyler yapmak istediğinde hep bir bahane bulur ama başkalarına koşa koşa gider. Bu durumda maalesef sen istenmeyen arkadaşsındır. Düşününce hepimizin bunu yaptığı bir arkadaş bulacaksın. Hah, işte bu durumda o sensin, geçmiş olsun.

Sana güvenmez. Hayatındaki önemli olayları başkalarından öğrenirsin. Gidip sorduğunda ise “Yok bir şey, önemli değil” der. Oysa herkes neler olduğunu duymuştur. Bu durumda kendini suçlamana gerek yok, bu tamamen karşı tarafın angutluğundan kaynaklanır.

Sanırım en kötüsü de bir işin düşünce ortadan kaybolmalarıdır.

Arkadaş kavramı çok ortada bir kavramdır. Ne ‘bir tanıdık’ kadar soğuktur ne de ‘dost’ kadar sıcak. Bir arkadaşı ‘dost’ kategorisine koymadan önce ise uzunca bir süre düşünmek gerek. Bir insan, kendisi de seni dost olarak görüyorsa dost olur.

Diyeceğim o ki sevgili okur, arkadaşla dostu karıştırmamak lazım. Sonuçları oldukça ağır olabiliyor. Eğer sen “Ben ayrım yapmasını bilirim” diyorsan tebrik ederim. Bir ara bize de anlat da katkın olsun.

Hadin, sağlıcaknan…